a

Facebook

Twitter

Copyright 2024 Zigana Köyü.
Tüm Hakları Saklıdır. by ZiganaWEB

8:00 - 19:00

Our Opening Hours Mon. - Fri.

975.789.098

Call Us For Free Consultation

Facebook

Twitter

Search
Menu
 

Bir Seyyahın Anıları

Zigana Köyü Derneği > Gezi Notları  > Bir Seyyahın Anıları

Bir Seyyahın Anıları

  1. Bölüm: ZİGANA DAĞI— 1

ERZURUM’DAN TRABZON’A 1911

Saat ikiye doğru Ardasa’ya /Torul’a geldik. Belli ki Yunan kültürünün izlerini taşıyan, üzerimize düşecek gibi yükselen kayaların üzerinde Cenevizlerden kalma kalesiyle iki dağın arasına sıkışmış bir kasaba.

Ardasa’dan az sonra vadiden ayrılarak çoğunlukla kayalardan ve çökeltili uçurumlardan oluşan yamaçlardan yolumuzun üçüncü geçit zirvesine, Zigana Dağı’na giden yolun başlangıcına gelmiştik. Mükemmel bir şekilde yapılmış olan şose yol ne yazık ki bakılmadığı için harap olmuş vaziyetteydi.

Yavaştan yükseliyorduk ve doğanın muhteşem manzarası giderek daha da büyüyor; çeşitli ağaçlar, köknarlar ve kudretli sedir ağaçları güzellikleriyle yamaçlardan yukarıya yükselen tepeleri taçlandırırken, derin kuytulardan şırıldayan küçük akarsular ve sabahın erken saatlerinde önümüze çıkan, dikey yamaçların eteğinde ipe dizilmiş gibi, tertemiz, hardama/hartama kaplı, Alpleri aratmayan bir Osmanlı köyüne gelmiştik. Zigana Köyü!

Zaman geçmeden köylüler de toplanıp geldiler. Etkileyici özelliklere sahip olan bu güçlü figürlerin arasında kadınlarda vardı.

Bavullarımın ahşap bir merdivenden yukarıya taşınmasına yardım ederken, örtülü kadınlar peçe arasından merakla beni izliyorlardı.

Ertesi sabah saat beşte kalktığımda çay için zamanım yoktu. Bugün hedefimde 2000 m yüksekliği olan Zigana dağını geçerek Cevizlik’e / Maçka’ya varmaktı. Elbette ki hiç kahvaltısız da olmazdı. Bu gibi durumlarda bir kadeh sabah likörü de işin üstesinden gelirdi.

Zigana köyünün hemen arkasında tırmanış başlıyordu.

Sabahın sisli dumanları vadiye yayılmıştı. Henüz rüyadan uyanmamış gökyüzü, sivri kayaların arasından yavaşça sızarak kimsenin olmadığı yolumuza ışıldıyordu. Biraz ileride yorgun eşeğiyle gezgin bir dilenci yavaşça yoluna devam ediyordu ve hallerinden belli ki yaşamın her şartlarında beraber olmuş iki dost gibiydiler. Biraz ötede Tatarların sürdüğü birkaç yük hayvanı yavaşça yol alırken, baş döndürücü yükseklikte üzerimizde dolaşan yırtıcı bir kartal etrafı gözlüyordu. Hepsi bu, başka bir canlı görünmüyor Zigana Dağı’nın yamaçlarında!

Maden Köyü’ne geldiğimizde yokuşlar daha da dikleşiyordu ve doğanın örtüsü de değişmeye başlamış, etrafta birkaç köknar ve ladin ağaçları görünüyordu. Onlar da yol kenarlarına doğru uzanmış güçlü kökleriyle yaşamak ve toprağı yaşatmak için toprağa sarılmışlardı. Üzerlerinde güneş ve gökyüzünden başka bir şey olmayan kırmızımsı kayalar çıplaktı artık. Aniden bir sis denizine dalmış gibiydik, yolculuğun tadı kalmamıştı.

Zirvede güneş, benim de kafamda tek düşünce vardı; zirveye çıkınca herhangi bir yerden deniz görünür mü düşüncesi yakamı bırakmıyordu.

2300 yıl önce Ksenophon 10 bin Yunanlı askerleriyle buradan yürümüş olmalılardı. Buradan, bu dağların tepelerinde herhangi bir yerden denizi gördüklerinde, “Thalatta, Thalatta!” diye bağırdıkları yer buralarda mıydı?

Ancak etrafa baktığımda hiçte öyle görünmüyordu.

Önümüzdeki geniş, karanlık bir tepe kuzeye doğru görüş mesafesinin önünü kaplıyordu. “İzin vermez, izin vermez! …diye içimden düşünüyor, kendimi yalnız hissediyordum!

Nihayetinde Zirveye varmıştık.

Geçidin üst kısmında kulaklarına kadar kapalı bir jandarma küçük çay ocağının, aynı zamanda jandarma istasyonu olan kulübenin önünde duruyordu. Yanına vardığımda kulübede karnını üşütmüş hasta bir adam yatıyordu, rahatsız etmemek için kapının önünde oturdum; hava çok soğuktu, bense terlemiştim.

Asıl amacıma ulaşamayacağımın endişesi içimi titretiyordu. Aradığımı bulacağımdan çok emindim ve seyahatim boyunca sevincim sonsuzdu. Şimdi ne yapmalıydım, devam mı yoksa geriye, Bayburt’a dönerek başka bir yol mu aramalıydım?

Kış boyu burada devriye tutan ve yörenin her köşesini tanıyan jandarmalardan birisi yanıma geldi. Kısa bir konuşmadan sonra amacımı anlattığımda jandarma kendinden çok emin bir anlatımla: “bu zincirleme dağlarda açık ve net bir havada denizi görebilecek tek bir yer vardır; orası da bulunduğumuz yerden takriben 45 dakika uzaklıkta, kuzey doğu istikametinde devam edildiğinde yolun sağ tarafında bir yerdedir. Kar ve buzların kapladığı, gidilmesi zor bir yoldur, isterseniz size orasını gösterebilirim.” …dediğinde yeniden umutlanmıştım.

Jandarmanın işaret ettiği taraf karlarla kaplıydı ama bu benim cesaretimi kırmadı, zira başka şansım da yoktu. Zaten atların da 2 saat dinlenmesi gerekliydi, bu zamanı değerlendirebilirdim.

O halde, hadi Bismillah, (Gottes Namen) yola devam!

Jandarma önümüzde ben ve iki refakatçım arkamdan yola koyulduk. Zor şartlarda tırmanarak takriben yarım saat sonra bir tepeye çıktık ama aradığımız yer burası değildi. Sonra bir inişten devam ettikten sonra geniş düzeyli bir tepeye çıktık. Rehberimiz jandarma önde gidiyordu ve bir anda elini kaşlarının üzerine koyarak uzaklara bakarken yüksek sesle; “Derya,” deryadır görünen, işte deniz orada! …diye bağırdığında nefesim tutulmuş gibiydim. Anında tüm yorgunluğum geçmişti ve birkaç sözden sonra kendimi tepede buldum.

Soğuk bir rüzgâr, pırıldayan kar, gökyüzü beyazımsı mavi, uzaklarda, kuzeyde, buharlı mavi bir ufuk çizgisinin izlerini görür gibiydim. Aceleyle dürbünümü elime aldım. Tüm sevincime rağmen dürbünsüz baktığımdan başka bir şey göremiyordum. Bunun üzerine jandarma aralıksız olarak yüksek sesle ve ısrarla tekrarlayarak; “O gördüğün deniz bayım, deniz o deniz!”

Açıkçası, biraz hayal kırıklığına uğramıştım; daha fazlasını bekliyor olmalıydım ki mesafenin uzaklığını ve hava yoluyla takriben 50 km olduğunu unutmuştum, itiraf ediyorum ki bu bir hata idi!

Çok fazla şey beklemiş olmalıydım ki, Ksenophon düşüncem ve jandarmanın verdiği umutlar hayalimde deryalar yaratmıştı. Önümde dalgalarının güneşten parıldayan, üzerinde gemilerin ve yelkenlilerin yüzdüğü bir manzarayı hayal etmiştim. Ya şimdi, sadece buhara bürünmüş bir ufuk çizgisiydi gördüklerim ve beni hayal dünyasından gerçeklere taşımıştı.

Gerçekte deniz buradan, bu mesafeden başka türlü görülmez ki! Olması gereken yer burasıdır. Bu kartal gözlü insanlar bunu biliyorlar, kendilerinden eminler, yanılamazlar. Evet, onlar haklılar, buradan gördüğüm denizdir, ancak deniz olabilir! …diye umut tazelemiştim.

Sol tarafta, batıya doğru, yolun altındaki dönüşlerin kıvrımlarından aşağıya giden yol, belki de benim geçtiğim yoldan giden rehberin eşliğinde; burada duran Yunanlılar denizi gördüklerinde birbiriyle kucaklaşarak acılarını unutarak;

Deniz, deniz: „Thalatta! Thalatta!” …diye bağırmışlardı.

Alman General Eduard v. Hoffmeister 1911

Kaynak: Mehmet Nuri Sunguroğlu

No Comments

Sorry, the comment form is closed at this time.